HayrettinKaraman.net Site Ana Sayfasına Geçiş Facebook Sayfasına Geçiş Twitter Sayfasına Geçiş instagram Sayfasına Geçiş YouTube Sayfasına Geçiş
Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
 


DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Tesbitler ve izlenimler


Barış dini İslam

İslam'ın diğer devletleri bir vakıa, inkarı kabil olmayan bir varlık olarak tanıdığında, buna göre onlarla çeşitli milletlerarası ilişkilere girdiğinde şüphe ve tartışma yoktur. Ancak İslam'ın diğer devletlere karşı dinî-hukukî tavrının ve kurduğu ilişkilerin niteliğinin ne olduğu, ne olması gerektiği tartışılmış ve ortaya iki görüş çıkmıştır:

Birincisi, İslam'a göre sulh esas, savaş ârızîdir16. İslam devleti, karşı tarafın tecavüzü, hak ihlali vb. sebepler bulunmadıkça gayr-i müslim devletlerle devamlı sulh içinde yaşar ve iyi ilişkiler kurar. İslam'da savaş barış içindir ve savunmaya yöneliktir; ilk taarruz daima karşıdandır...

Buna karşı ikinci görüş şudur: İslam yeryüzünde yalnız ilâhî hükümranlığa boyun eğmiş ve bunu temsil eden devletin meşruiyet, varlık ve istiklalini tanır; bu devlet ise İslam devletidir. Diğer devletler gayr-i müslim oldukları müddetçe müslüman devlet onlarla savaş durumundadır. Barış, ya İslam devletinin güçsüzlüğünden, ya gayr-i müslimlerin İslam'ı kabul etmelerinden yahut da İslam devletinin egemenliği altına girmelerinden dolayı tercih edilir.

Bazı eski hukukçular ile muasır İslam hukukçularının çoğu tarafından benimsenen ve savunulan birinci görüş, delil olarak Kur'an-ı Kerim'in "sulh isteyen düşmanla sulh yapılmasını"17, "taarruz ve tecavüzde bulunulmamasını"18 emreden ve "tecavüze uğradıkları için müslümanlara savaşma izni verildiği"ni bildiren19 âyetlerine dayanmaktadır. Bu âyetlerin mealleri şöyledir:

"Eğer barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a güven; O her şeyi işitendir ve bilendir. Seni oyuna getirmeye kalkışırlarsa kuşkusuz Allah sana yeter; yardımıyla ve müminlerle seni destekleyen O'dur. Müminlerin gönüllerini birleştiren de O'dur. Dünyanın bütün servetini harcasaydın onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını düzeltti, O izzet ve hikmet sahibidir."20

"Size ne oldu da Allah yolunda ve 'Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!' diyen çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayanlar ise bâtıl dâva uğrunda savaşırlar. Şu halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki, şeytanın tuzağı daima zayıftır."21

"Kendilerine haksız yere saldırılan kimselere savaşma izni verilmiştir. Şüphesiz Allah onlara yardım etmeye kadirdir. Onlar ki, sadece "bizim Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Çünkü Allah insanların bir kısmı ile diğer kısmını savunmamış (onlara yönelen haksız saldırıyı püskürtmemiş) olsaydı şüphesiz içlerinde Allah'ın isminin çokça anıldığı manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılıp giderdi."22

Eski fıkıhçıların çoğu tarafından benimsenen ikinci görüşün dayanak ve delilleri ise "fitnenin ortadan kalkmasına ve dinin yalnız Allah'ın dini haline gelmesine kadar savaşmayı"23, "ehl-i kitab ile, İslam hakimiyetini kabul edip cizye vergisini ödeyinceye kadar savaşılması"nı buyuran24 ayetler ve bunları teyid eden hadislerdir. Bunlar, barışı esas alan karşı tarafın delillerini ise "onlar müslümanların zayıf oldukları zamanlara aittir, geçicidir ve yukarıda işaret edilen âyetler tarafından neshedilmiştir" şeklinde yorumlamaktadırlar. İkinci görüşü destekleyen bir husus da İslam devletinin karakteridir. Bilindiği gibi İslam devleti vatan, ırk vb. maddi değerler üzerine değil, manevi değerler ve özellikle din temeli üzerine kurulmuş bir devlettir. Din ise belli bir toprak parçasına veya topluma hapsedilemez; o'nun hedefi cihan hâkimiyetidir; nuru bütün insanlığı aydınlatacak, kula kulluk son bulacak, insanlar yalnızca Allah'a kulluk ederek eşref-i mahlukat olduklarını ispat edecek, iki cihan mutluluğunun kapılarını açacaklardır. Savaşın gayesi -hiç şüphe yok ki- bütün insanları zorla müslüman etmek değildir; savaş, isteyenlerin İslam'a girmelerini, istemeyenlerin ise İslam'ın hakimiyeti altında dünya nimetlerinden istifade ederek adalet ve hürriyet içinde yaşamalarını sağlayacaktır. İşte bu manada ve bütün insanlığa şamil barış, refah ve mutluluk müslümanların kılıçlarının gölgesi altında gerçekleşecektir.25 "Ey insanlar! Düşmanla karşılaşıp savaşmayı arzu etmeyin, Allah'tan afiyet isteyin. Düşmanla karşılaşınca da sabır ve sebat gösterin ve bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır."26 diyen hadis bu manalara ışık tutmaktadır. Yine bu hadise göre İslam'da savaş arzu edilen, sadistçe zevk alınan bir vasıta değil, başka çare bulunmadığı zaman başvurulan, yüce gayelere yönelik bir vasıtadır

Bu anlayışa karşı, birinci barışçı görüşü destekleyen 12. yüzyıl fıkıhçılarından Ebû Bekir İbnu'l-Arabî'nin27 ve 10. asrın büyük alimlerinden Cessâs'ın28 tenkit ve açıklamaları şöyledir: Nerede bulunurlarsa öldürülecek olan müşrikler29, Arabistan kıtasında o zaman yaşayan ve müslümanların kökünü kazımaya azmetmiş bulunan müşriklerdir. Âyetlerin devamlı olan hükümlerinin bunlarla alâkası yoktur. Savaş ve barış müslümanların güçlerine, menfaatlerine ve dinin amaçlarına bağlıdır. Buna göre savaşmak, teklif ederek veya karşı tarafın teklifini kabul ederek barış yapmak, barış karşılığında bir şey almak veya vermek caizdir. Âyetler birbirini neshetmemiş, duruma göre nasıl hareket edileceğini göstermiştir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.) de buna göre davranarak Medîne'ye geldiğinde bazı Yahudi ve müşrik guruplarla barış antlaşması yapmıştır. Aynı şekilde Mekke müşrikleri ile Hudeybiye sulhünu yapmış, karşı tarafın anlaşmayı bozarak -müslümanlarla ortak savunma antlaşması yapmış bulunan- Huzâ'a kabilesine savaş açmalarına kadar barışa sadık kalınmıştır. Necran Hıristiyanları ile barış antlaşması imzalamıştır. "Savaş ve barışın güç, fayda ve amaç esaslarına göre yürütülmesi, bu konuda Ehl-i kitap müşrik farkının gözetilmemesi" hükmü, anlayışı ve uygulaması ilk halifeler döneminde de devam edilmiştir.

Tarihin ortaya koyduğu gerçek şudur ki, Müslümanlar Mekke'ye hicret ettikten sonra da Mekke müşrikleri, onların peşini bırakmamış, bazen başka kabileler ve Medineli bir kısım Yahûdîler ile işbirliği yaparak Bedir, Uhut ve Hendek savaşlarını yapmış, yeni dinin saliklerini hicret yurtlarında yok etmek istemişlerdi. Ancak bu amaçlarına ulaşamadılar ve hicrî 6. yılda Hudeybiye sulhünu yapmaya mecbur kaldılar. Bu anlaşmanın bir maddesine göre "bundan sonra müslüman olup Mekke'den kaçanlar iade edilecekti". Böylece hicret imkanı bulamayan müslümanlar ile bu madde gereği iade edilen müslümanlar, bunların eşleri ve çocukları Mekke'de kaldılar. Müşriklerin çeşitli zulüm ve baskıları altında yaşamaya devam ettiler. Bu müminler, işkence ve baskı dayanılamaz hale geldikçe Allah'a yalvarıyor ve bir kurtarıcı göndermesini istiyorlardı. Âyetler30 bunların dua ve niyazlarına bir cevap olmakla beraber anılan tarihî ilişkiyi aşan boyutları da vardır. Çünkü savaş nerede ise insanlıkla yaşıttır. İdam cezasını kaldırarak suçsuz, günahsız insanların hayat hakkını korumak nasıl mümkün olmazsa savaşı kaldırarak, yok ederek, hesap dışı tutarak barışı ve uluslararası ilişkilerde adaleti sağlamak da öyle mümkün değildir. Yapılması gereken savaşın, hukukî ve ahlâki amaçlarını belirlemek ve onu bu amaçtan saptırmamaktır. Savaşla ilgili âyetlere bakıldığında İslâmın, ancak zulmü, din yüzünden baskıyı ve haksız saldırıyı ortadan kaldırmak için buna izin verdiği görülmektedir. İşte bu âyetlerden -burada gördüğümüz- ikisi31, savaşın iki önemli amacını ortaya koymaktadır: a) Allah rızası, b) Zulmü engelleyip adaleti sağlamak. "Allah rızası" da fayda bakımından kullara raci olmaktadır; Allah Teâlâ'nın hiçbir şeye ihtiyacı bulunmadığından, O'nun rızası için savaşmak, kullarının yararı, din ve vicdan hürriyetinin temini için savaşmaktır; Allah mutlak adil olduğu ve zerre kadar zulme razı olmadığı için "Allah rızası için savaşmak", adalet, hukuk ve hakkaniyet uğrunda savaşmaktır. Yine yukarıda meali verilen âyetlerden32 açıkça anlaşılmaktadır ki hak, hürriyet ve adalet yalnızca müslümanlar için değil, bütün inananlar, zayıf olduklarından haksızlığa uğrayanlar için istenmektedir.

Allah'a ve hak dine inanmayanların, bu yüzden haksızlık yapanların da bir tanrıları, baş eğdikleri, itaat ettikleri -maddî, manevî- bir önderleri olacaktır; bu önderler Kur'an'a göre tâğutlardır, şeytanlardır; bunlara tabi olanların savaş amaçları ise hukuk ve adaletin gerçekleşmesi değil, egoizmin tatminidir, zulüm, baskı ve sömürüdür.

Bize göre -yukarıda delillerini de vererek özetlediğimiz- iki görüşü/yorumu şöyle bir noktada buluşturup birleştirmek mümkündür: İslamda savaşın sebebi başkalarının zararına maddi menfaat, nüfuz ve hakimiyet sağlamak olamaz. Sebep haksızlıktır, hukukun çiğnenmesidir; yani din ve vicdan özgürlüğünün ortadan kaldırılması, insanların yurt ve yuvalarının ellerinden alınması, zayıfların sömürülmesidir. Bu husus birçok âyette vurgulanmıştır. Eğer bu sebep sulh yoluyla ortadan kaldırılabilseydi, amaca barış yolundan ulaşmak mümkün olsaydı savaş "israf, zulüm ve mânasız" olur, dolayısıyla gayr-i meşru hale gelirdi. Gerek Hz. Peygamber devrinde ve gerekse sonraki İslam devletlerinde fetihler, barış yoluyla dünyada hakkın ve adaletin korunmasının mümkün olamaması vakıasına dayanmaktadır. Tarihten öğreniyoruz ki, müslüman olmayan birçok topluluk, kendi kavimlerinden veya dinlerinden olmayanlara hak ve özgürlük tanımamışlar, güçlenip fırsat bulduklarında saldırmışlar, akla, hayale, vicdana sığmaz zulümler yapmışlardır. Bu böyle olduğu müddetçe hakka ve adalete bağlı bir gücün, savaş yoluyla da olsa önceden tedbir almasında, zulme fırsat tanımamasında zaruret vardır. Eğer bir gün insanlık, savaşmadan, güç kullanmadan hakkı teslim edecek, kime karşı olursa olsun zulmü engelleyecek bir olgunluğa ulaşır ve bunu sağlayacak uluslararası bir örgüt oluşturursa müslümanların buna katılmayıp savaşa devam etmeleri için bir meşru sebep kalmayacaktır.

İslam'ın, farklı din ve inanç sahibi topluluklara bakışını, onlarla kurulacak ilişkinin şeklini ve amacını ortaya koyması bakımından şu iki âyet önemli, aydınlatıcı ve belirleyicidir:

"De ki: Ey Ehl-i Kitab! Sizinle bizim aramızda eşit olan bir inanca gelin: 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, Allah'ı bırakıp birbirimizi Rab edinmeyelim'. Eğer bu çağrıyı kabul etmezlerse onlara 'Şahit olun ki biz müslümanız; yani bir tek Allah'ın iradesine teslim olmuşuzdur' deyin"33

"Allah, sizinle din yüzünden savaşmayan ve sizi yurdunuzdan çıkarmayanlarla iyilik ve adalet çerçevesinde ilişki kurmanızı size yasaklamıyor. Allah adalet ölçülerine göre davrananları sever".34

Birinci âyet, aslı vahye dayanan din mensuplarını, bütün hak dinlerin temel inancı olan tevhide çağırmakta, bu temel üzerinde bir dinler arası diyaloğun yolunu açmaktadır.

İkinci âyet ise müslümanları, bir dine inansın-inanmasın bütün insanlar ile iyilik ve adalet çerçevesinde ilişkiler ve işbirlikleri kurmaya yönlendirmektedir. Bu âyete göre barış içinde yaşamak ve bütün insanlığın hayrına olacak faaliyetlerde işbirliği yapmak için diğer toplulukların belli bir inanca sahip olmaları şartı yoktur; tek şart karşı tarafın barış istemesi, insanların hak ve özgürlüklerine saygı göstermesi, âyetteki ifadeye göre dinine ve yurduna tecavüz etmemesidir.

Tarihi zaruretlerle ilgili savaşa izin veren âyetleri, yukarıda meallerini verdiğimiz bu iki âyet çerçevesinde yorumlamak ve değerlendirmek gerekir. Aksi halde bilerek veya bilmeyerek İslam'ın savaş ve barış konusundaki duruş ve tutumu yanlış anlaşılmış ve anlatılmış olur.

Başka çare kalmadığında meşru hale geldiği için başvurulan savaş, İslam'a göre bir katliam, bir körü körüne imha hareketi değildir; hedefi ve sınırları belli bir askeri harekettir. Bu hareketten sivillerin, masumların, çevrenin zarar görmemesi için sınırlamalar ve yasaklar getirilmiştir. Bu da İslam'da savaşın değil, barışın, intikamın değil, merhametin, imha ve tahrip etmenin değil, korumanın esas ve amaç olduğunun başka bir kanıtıdır.

Savaş halinde yasak fiiller:

a) İşkence. Öldürülecek olan kimseye dahi işkence edilemez; zulüm ve işkence bütün çeşitleriyle yasaktır.
b) Savaşçı olmayanların öldürülmesi. Savaşçı, fizik bakımından savaşabilecek kimselerdir. Bunların dışında kalanlar kasten ve doğrudan öldürülemez. Bu cümleden olarak kadınlar, çocuklar, savaşçı sahiplerine hizmet için gelmiş köleler, körler, dünyadan el etek çekmiş din adamları, akıl hastaları, yaşlılar, hastalar, kötürümler vb. leri öldürülmez.
c) İnsan ve hayvanların uzuvlarının kesilmesi.
d) Verilmiş söze ve yapılmış andlaşmaya aykırı hareket.
e) Savaş zarureti bulunmadıkça zirai mahsullerin, orman ve ağaçların yakılması.
f) Namus ve şereflere tecavüz, zina ve gayr-i meşru münasebetler. Düşman kadınlarının ırzına geçen sivil ve askerler zina suçu işlemiş olur ve bunun cezasını çekerler.
g) Düşmandan alınan rehineleri öldürmek. Bunlar misilleme yoluyla dahi öldürülemez.
h) Ölülerin başını veya uzuvlarını kesip teşhir etmek.
ı) Katliam. Hz. Peygamber ve raşid halifeler zamanlarında savaştan sonra esirler veya zaptolunan yerlerin ahalisi için katliam emri verildiğine dair bir tek örnek dahi yoktur. Mekke fethini müteakip Rasulullah (s.a.v.) bazı harb suçluları ve hainler dışında kalan düşmanlarını affetmiştir.
i) Kesin bir meşru müdafaa söz konusu olmadıkça akrabayı öldürmek. Akraba düşman saflarında olsa dahi öldürülmez.
j) Çiftçi, tacir, esnaf, işadamı gibi fiilen harbe iştirak etmemiş, savaş ile ilgili olmayan kimseleri öldürmek.
k) Harb esirlerini rehine almak, kalkan yapmak, onların arkasında düşmana doğru ilerlemek.
l) Bazı İslam hukukçularının açık ifadelerine göre zehirli ok kullanmak.35



16 Geçici sebeplere bağlı olmak.
17 Enfal: 8/61
18 Bakara: 2/190
19 Hacc: 22/39
20 Enfal: 8/61-62
21 Nisa: 4/75- 76
22 Hacc:22/39-40
23 Bakara: 2/193
24 Tevbe: 9/29
25 Bir çeşit pax islamica
26 Müslim, el-Cihad, 5.
27 Ahkâmu'l-Kur'an, II, 875 vd.
28 Ahkâmu'l-Kur'an, III, 68
29 Bakara, 2/191; Tevbe: 9/5
30 Nisa, 4/75-76
31 Nisa: 4/75-76
32 Hac: 22/39-40
33 Âl-i İmran: 3/69
34 Mümtehine, 60/8
35 Buhari, Cihad, 150 vd.; el-Benna, el-Fethu'r-Rabbânî (Tertibu-Müsnedi-Ahmed), C. XIV, s. 61 vd.; diğer kaynaklar için bak. Muhammed Hamidullah, İslam'da Devlet İdaresi, (trc. Kemal Kuşçu), İstanbul, 1963, s. 166 vd.



Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

  Şu anda sayfası gösterilen kitap.
Bu Kitapta:
Önceki Başlık
Sonraki Başlık
İçindekiler
Site Sayfaları
Ana Sayfa
Hakkında
Makaleleri
Kitapları
Soru Konuları
Soru Listesi
Hayrettin Karaman`ın Sohbetleri
Şiirleri
Bestelenmiş ve Seslendirilmiş Şiirleri
Bütün site içeriğinin genel kelime indeksi.
Sitede Arama
Hayrettin Karaman'ın Siteye Son Eklenen Yazıları
E-posta
Siteyi Link ve Kaynak Gösterimi
m.HayrettinKaraman.net Mobil-Metin Versiyonu Hakkında

Facebook Sayfası:

Bulunduğunuz Sayfayı:



Sayfa başına gider Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
   
Bu Kitapta: Önceki Başlık Sonraki Başlık İçindekiler