HayrettinKaraman.net Site Ana Sayfasına Geçiş Facebook Sayfasına Geçiş Twitter Sayfasına Geçiş instagram Sayfasına Geçiş YouTube Sayfasına Geçiş
Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
 


Şefâat ve Tevessül
Soru: "Sayın hocam, bir TV programında 'Kur'ândan tarîkatler de çıkar' buyurdunuz. Doğru söylüyorsunuz. Yine aynı Kur'ândan Şîa'da çıkıyor. Dayandığı âyetin yarısını okuyan Zekeriya Beyaz'lar da çıkıyor. Evrenesoğulları ve sahte mesihler de çıkıyor... Maalesef "ilmihal kitabı ve Kur'ân meâli" ile iyi müslüman olunmaz yaklaşımının arkasına sığınan ve yaratıcının mesajından bihaber müslümanlar; cemâatlerin, tarîkatlerin ve türlü türlü sapkınlıkların girdabında tarümar oluyorlar. Sorarım size; Kur'ân gibi bir argümanla değil de felsefenin, batınîlerin, oryantalistlerin, materyalistlerin argümanlarıyla mı müslüman birey yoluna çıkanların eğrisini büğrüsünü ayırdedebilecek? Kur'ânla irtibatın dışındaki ikinci şık, "aklını mahallindeki bir şeyhin cebine koy" olacaktır. Eğer şansı varsa ne âla. Sayın hocam, hepimizin aynı Allah (CC)'a yöneldiğimiz muhakkak. Ancak "..iyyake nestain.." de problem var. Bunun da az bir fark olmadığı açıktır. Sözkonusu farkı gözardı etmek büyük bir mes'uliyet olsa gerektir. Bu duruma "Müslüman'ın müşrikliğe en yakın olduğu yer" mi denir, "gizli şirk" mi denir, "şirkin sığ suları" mı denir bilemem. Fakat bir şekilde bu tehlikeli fiili durum otoritelerce ele alınıp ortaya konmalıdır. Daha çok insanı kapsamak veya bir kitleyi bölmemek maksadıyla verilecek bir taviz bana İsra Sûresinin 73/74/75. âyetlerinin nuzûl sebebini anımsatıyor...
H. M. Arslan, İstanbul

Cevap: Soru sahibini şahsen de tanıdığım için iyi niyetinden eminim, endişesi müslümanların tevhîdden (inanmada, ibâdette ve yardım dilemede bir, tek, eşsiz, ortaksız, benzersiz, zıtsız Allah'tan başkasını O'nun yerine koymama, O'na ortrak koşmama tavrından) sapmamaları, kendilerini iki cihan saâdetine kavuşturacak olan itikâdlarını bozmamalarıdır. Bu endişeye katılmamak mümkün değildir, Allah'ın affetmediği tek günah şirktir, elbette ondan, vebadan kaçar gibi kaçmak gerekir. Ancak sorudan bazı sözlerimin yanlış anlaşıldığı veya yorumlandığı sonucunu çıkardığım için, bunları düzeltemeye çalışacağım. Bir de "yalnız senden yardım dileriz" âyetinden yola çıkılarak gizli şirk konusundaki anlayışı biraz açmanın, şefâat talebi ve tevessülün bu kapsama girip girmediğinin incelenmesinin faydalı olacağını düşünüyorum.
1. "Kur'ândan tasavvuf çıkar" dedim, meşrûlaştırma yönteminde eşitlik/benzerlik bulduğum için de fıkıh ve itikâd mezheblerini buna örnek gösterdim; "nasıl sünnî inanç ve fıkıh mezhebleri isim ve kurum olarak, Kur'ân'da olmadığı halde yorum ve ictihad ile ondan çıkarılmış, üretilmiş ve meşrû kabûl edilmiş ise özellikle zühde (âhireti ve Allah rızâsını önceleme ahlâkına) dayalı tasavvuf da böylece Kur'ân'dan çıkar ve meşrû olur" dedim ve ekledim: "Bundan bir müddet sonra, tasavvuf hayatını yaşayanların, kısmen farklı Kur'ân yorumlarına dayalı bir "bilgi tasavvufu" doğdu, bunun meşrûiyeti ve Kur'ân'dan çıkması konusu tartışmalıdır." Bu sözleri alıp, meşrû ve mûteber olmadığı halde Kur'ân'dan çıkarıldığı iddia edilen anlayış, mezhep ve hayat tarzlarına uygulamak, genellemek ve bundan bir itiraz delîli çıkarmak doğru ve tutarlı değildir. Kur'ân'dan bana göre çıkar dediğim şeye, "bana göre çıkmaz" diyeceğim şeyleri kıyas etmek haksızlıktır.
2. "İlmihal kitabı ve Kur'ân meâli ile iyi müslüman olunmaz" sözünü ben söylemedim. Benim dediğim şudur: Dindarlık, din hayatı yalnızca inanç ve bilgiden ibaret değildir, başta ibâdetler, ahlâk ve şuur olmak üzere birçok dinî değerin insana eğitim ile aşılanması, benimsetilmesi, özümsetilmesi gerekir. Şu halde din eğitim ve öğretimi ferdî değil, ictimâi bir olaydır. Dinî topluluğa, din hayatına giren müslümanın sağlıklı bir ortam içinde -yalnız öğretim değil- eğitim de alması gerekir. Tarîkatlar böyle bir fonksiyon da îfâ etmişlerdir, ancak bu yolun tabiatında bulunan bazı özellikler onu istismara müsait hale getirdiği için kötüye kullanıldığı, pirince giderken bulgurun da (temiz inanç, sahîh ibâdetler, duygu ve bağlılıkların da) zâyî edildiği olmuştur, olmaktadır. Bugün için daha sağlıklı bir yol, küçük cemâatler (öğrenme, eğitme, paylaşma, yaşama gurupları) oluşturmaktır. İllaki bir tarîkata gireceğim diyen müminler de bu tarîkatin şeyhini ve kendisine verilen vazifeleri, sünnî müslümanlığın herkesi bağlayan ölçütlerine vurmalıdır, kendi vuramıyorsa bir bilene götürmeli, ona danışmalıdır. Bir şeyh suyun üzerinde yürüse, havada uçsa, insanın kalbinden geçenleri okusa bile inancı, düşüncesi, söyledikleri ve davranışları İslâm'ın temel esaslarına (İlmihal kitaplarında açıklanan ve üzerinde ittifak edilmiş din bilgilerine) ters düşüyorsa, o kimse mürşid değil, şeytandır, yol kesicidir, tuzaktır.
3. "Allah'ım, yalnız senden yardım dileriz" cümlesi, tevessül ve şefâati dışlıyor mu?" konusuna gelelim:
Fâtiha sûresinde yer alan bu cümlenin mutlak ve genel olmadığı kesindir. Eğer böyle olsaydı, Allah'tan başka birinden herhangi bir yardım istemek bu âyetin kapsamına girseydi, bir insana "şu konuda bana yardım et" diyen herkes şirke düşmüş olurdu. Halbuki Allah, Kitabında "Siz Allah'a yardım ederseniz o da size yardım eder..." buyuruyor; yani kulların da Allah'ın dînine hizmet ve kendi problemlerini çözmek için gayret etmeleri, yardımlaşmaları isteniyor. Şu halde cümlenin maksadını doğru anlayabilmek için kapsamını daraltarak yorumlamaya ihtiyaç vardır. Bu da iki şekilde yapılabilir: a) Yalnızca Allah'ın yapabileceği, Allah'tan başkasının yapmaya güç ve kudretinin yetmeyeceği şeyleri Allah'tan başkasından istemek bu âyete aykırıdır; bunu yapan gizli veya açık şirke düşmüş olur. b) Hiçbir kimse diğerine, Allah dilemedikçe, izin ve imkân vermedikçe -tabîî olarak insanların yapabilecekleri varsayılan konularda bile- yardım edemez. Bu sebeple bir kimse diğerinden bir yardım istiyorsa, yardım edecek şahsın, ilâhî yardıma vâsıta olduğunu, Allah'ın o kulu vâsıtasıyla bu kuluna yardım ettiğini düşünmeli, böyle bilmeli, böyle inanmalıdır. Bir beşerin, basit bir konuda bile bir başkasına yardımını, Allah'ın izin ve irâdesinden bağımsız yaptığına inanan kimse de gizli veya açık şirke düşmüş olur.
Şimdi, bizim doğru olduğuna inandığımız bu anlayışımız çerçevesinde, bu haftanın yazısında tevessül ve gelecek haftanın yazısında da şefâat konularını ele alabiliriz.
Tevessül kelimesinin kök mânâsı yaklaşmak, yaklaşmak için yol ve çare aramak/kılmaktır. Bir dîni terim olarak tevessül, Allah'a yaklaşmak, duaların kabûlünü sağlamak için bir şahıs veya ibâdet/amelden yararlanmak, bunu vesîle kılmaktır.
Bir insanın yaptığı ibâdeti ve hayırlı, ecirli davranışı vesîle kılarak, araya koyarak Allah'a yakarmasında sakınca yoktur. Kezâ Peygamberimiz (s.a.v.) ile onun amcası gibi yakınları hayatta iken onların araya konarak dua edilmesi de câiz görülmüştür. Bu iki tevessül şeklinin câiz olduğunda görüş birliği vardır. Bunun dışında kalanlar meselâ vefâtından sonra Peygamberimiz'in (s.a.v.), yakınlarının veya kâmil bilinen diri ve ölü bir kimsenin vesîle kılınması, bunlarla tevessül edilmesi konusu tartışmalıdır. İbn Teymiyye ve onun gibi düşünen âlimlere göre, ittifak edilen şekil dışında tevessül, Hz. Peygamber (s.a.v.) dahil herhangi bir ölünün kabrinin, bir fayda elde etmek veya bir zararı defetmek maksadıyla ziyaret edilmesi ve tevvessülde bulunulması haramdır, hattâ şirktir. Bu âlimler, anlayış ve iddialarını, şu meâldeki âyet ve hadîslere dayandırmışlardır:
a) Putperestler ve müşrikler tapındıklarına, vâsıta ve vesîle diye inanmış, bu yüzden şirke düşmüşlerdir.
b) Kul ile Allah arasında vâsıtaya, vesîleye, aracıya ihtiyaç yoktur, Allah kullarına, kendilerinden daha yakındır, O'nun izni olmadan kimse kimseye yardımda bulunamaz, Allah'tan başkasına dua edilemez.
c) Hz.Peygamber (s.a.v.) en yakınlarına dahi faydası olamayacağını, insanı kendi iman ve amelinin kurtaracağını ifade etmiştir.
d) Herkes kendi yaptığından ve yapması gerekenden sorumludur.
Bu anlayış ve iddia ya karşı, tarih boyunca İslâm âlimlerinin çoğunun bilgi, inanç ve uygulamaları şöyle olmuştur: Yalnız Allah'tan istenebilecek bir şeyin, ölü veya diri bir beşerden istenmesi câiz değildir. Fakat hakkında hüsnizan beslenen, iyi bilinen, Allah tarafından sevildiği sanılan ölü veya diri bir kimseyi aracı kılarak Allah'a yalvarmak, O'ndan dileklerin kabûlünü talep etmek, bunun için peygamberlerin ve salih kulların kabirlerini ziyaret etmek câizdir. Bu ziyaretten başkaca manevî kazançlar da elde edilebilir.
Bu inancı savunan âlimlerin dayandıkları delîller de şunlardır:
a) "Ey iman edenler! Allah'a itâatsizlikten sakının ve O'na (yaklaşmaya) yol arayın, bir de O'nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz" (Maide: 5/35) meâlindeki âyette "yol" diye tercüme ettiğimiz "vesîle" kelimesi, tevessülü de içine almaktadır.
b) Buhârî'nin rivâyet ettiği bir hadîse göre Hz. Ömer, bir kuraklık ve kıtlık yılında Hz. Abbâs'ı vesîle kılarak (araya koyarak) şöyle dua etmiştir: "Allah'ım biz, sana duamızda Peygamberimiz'i (s.a.v.) araya koyuyorduk (onunla tevessül ediyorduk) da bize yağmur veriyordun; şimdi de Peygamberimiz'in (s.a.v.) amcasını sana vesîle kılıyoruz, bize yağmur lütfet!" Bu dua üzerine yağmur yağmıştır.
Peygamberimiz'in (s.a.v.) vefâtından sonra onun kabri başında (o vesîle kılınarak) dua edildiğine, kezâ başka iyi bilinen insanlar ile de duada tevessül edildiğine dair birçok hadîs rivâyet edilmiştir (Kevserî, Muhikku't-takavvul isimli eserinde bunları toplamıştır). Bu kitapta ifade edildiğine göre Teftâzânî, Fahreddin Râzî, Seyyid Şerif Cürcânî gibi büyük âlimler de tevessülün câiz olduğunu söylemiş ve savunmuşlardır.
Muhâlifler âyetin, câiz görmedikleri tevessülü içine almadığını, aynı mânâdaki hadîslerin de sahîh olmadığını ileri sürmüşlerdir.
1970'li yıllarda yazıp Diyanet Dergisinde yayımladığım bir makâlede şunları söylemişim: "İbn Teymiyye, biraz da çağdaşlarının tutumları sebebiyle tevessül konusunda ifrata (aşırılığa) düşmüştür; ancak tevhîd inancını korumak gibi iyi ve yüce bir niyeti vardır, bundan dolayı ecir alır. Onun karşısındakiler de zaman zaman sert ve insafsız davranmışlar, sonuçta bugün de devam eden tefrika (ayrılık, bölünme) doğmuştur. Bize göre şu çizgide birleşmek mümkündür: Ölmüş gitmiş kimselerle tevessül etmenin gerekli ve zarûrî olduğuna dair bir nas (ayet, hadîs) yoktur. Bunu kabûl etmeyen, bu mânâda tevessül yoktur diyen, ehl-i sünnet câmiasından çıkmaz. Allah'a ortak koşmadan, O'nun sevdiği bilinen veya sanılan, ölü yahut diri bir kul vâsıta kılınarak dua etmek mânâsında bir tevessülü yasaklayan bir nas da yoktur; şu halde bunu yapanlar da kınanamaz..." (İslâm'ın Işığında, I, 76).
Şimdi bu sözlere şunları eklemek isterim: Kur'ân-ı Kerim'in hassasiyet gösterdiği husus, Allah'tan başkasını O'nun yerine koymak veya O'na yaklaşmak, dileğin kabûlünü sağlamak için O'nun yerine bir başka şeye ibâdet etmektir; yani müşrikler, putları araya koyarak "Bunların hürmetine dualarımızı kabûl et" diye Allah'a yalvarmıyor veya bununla yetinmiyor, doğrudan puta yalvarıyor ve ona ibâdet ediyorlardı. Müminlerin Allah'a yalvarırken Peygamberimiz'i (s.a.v.) veya salih bir kulu araya koyarak "Ya Rabbi, şu kulun için, onun senin katındaki makamı sebebiyle duamızı kabûl buyur" demelerini şirke sokmak, müşriklerin yaptıklarına benzetmek doğru değildir.
İnsan bedeni veya rûhu ve şuuru ile kiminle beraber olur, kimi devamlı anarsa ondan etkilenir, onun düşünce, ahlâk ve davranışlarını özümser. Bu sebeple İslâm ahlâkçıları ve eğitimcileri iyi insanlarla beraber olmayı, onları ve yaptıklarını anmayı tavsiye etmişlerdir. Böyle insanlar dirilerden olabileceği gibi ölülerden de olabilir. Allah rızâsına ermiş bilinen, geride güzel eserler bırakarak Rabbine kavuşan kimselerin kabirlerini ziyaret etmek, bu vesîle ile onların hayatlarını anmak, yalnızca ölümü hatırlatmaz, bunun ötesinde faydalar sağlar. Hadîslere göre Peygamberimiz (s.a.v.), bugün de kendisine verilen selâmlara -Allah'ın izni ile- cevap vermektedir. Bir insan belli zamanlarda yalnızlık köşesine çekilip bir süre Peygamberimiz'i (s.a.v.) düşünse, onun güzel ahlâkını, imanını, cihadını, ibâdetlerini, insanlarla ilişkisini okusa veya hatırından geçirse çok önemli faydalar elde eder. Aynı şeyi, onun yolunda yetişmiş büyükler için de yapabilir. Bu davranışların şirk ile uzaktan yakından ilişkisi yoktur. Kötü örnekler az olsun çok olsun iyi örnekleri ortadan kaldıramaz. Eğitimcilerin vazifesi kötü örnekleri, yanlış anlama ve uygulamaları ortadan kaldırmak, iyi olanları yaygınlaştırmak için çaba sarfetmektir.
Bu vesîle ile işaret etmeyi uygun bulduğum kötü, yanlış, sakıncalı uygulamalardan birkaçı şöyledir:
1. Allah'tan başkasına dua etmek, niyazını Allah'a değil de bir başka varlığa yöneltmek. Meselâ Allah'tan başkasından istenmeyecek bir konuda " Ya Rabbi, Peygamberimiz (s.a.v.) için bana şunu ver, beni şu belâdan kurtar", demek yerine "Ey Peygamberim, bana şunu ver, beni şu beladan kurtar!" demek.
2. Namaz kılmak, kurban kesmek, adakta bulunmak, etrafında tavaf etmek gibi ibâdetleri -peygamber de olsa- bir beşer için yapmak. Meselâ Anadolu'da çok yaygın olan "Filân dedeye kurban kes, kestim..." ifadeleri bu sakıncalı davranış çerçevesine girer.
3. Kabir ziyaretinin, Allah'ın lûtfuna vesîle olarak değil, doğrudan bir faydayı celp, zararı def edeceğine inanmak ve bu maksatla dede ve türbe ziyaret etmek.


 


Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

  Şu anda sayfası gösterilen kitap.
Bu Kitapta:
Önceki Başlık
Sonraki Başlık
İçindekiler
Site Sayfaları
Ana Sayfa
Hakkında
Makaleleri
Kitapları
Soru Konuları
Soru Listesi
Hayrettin Karaman`ın Sohbetleri
Şiirleri
Bestelenmiş ve Seslendirilmiş Şiirleri
Bütün site içeriğinin genel kelime indeksi.
Sitede Arama
Hayrettin Karaman'ın Siteye Son Eklenen Yazıları
E-posta
Siteyi Link ve Kaynak Gösterimi
m.HayrettinKaraman.net Mobil-Metin Versiyonu Hakkında

Facebook Sayfası:

Bulunduğunuz Sayfayı:



Sayfa başına gider Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
   
Bu Kitapta: Önceki Başlık Sonraki Başlık İçindekiler