HayrettinKaraman.net Site Ana Sayfasına Geçiş Facebook Sayfasına Geçiş Twitter Sayfasına Geçiş instagram Sayfasına Geçiş YouTube Sayfasına Geçiş
Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
 


Savaş ve İslâm
İslâm'ın diğer devletleri bir vâkıa, inkârı kabil olmayan bir varlık olarak tanıdığında, buna göre onlarla çeşitli milletlerarası ilişkilere girdiğinde şüphe ve tartışma yoktur. Ancak İslâm'ın diğer devletlere karşı dînî-hukukî tavrının ne olduğu, ne olması gerektiği tartışılmış ve ortaya iki görüş çıkmıştır:
Birincisi, İslâm'a göre sulh esas, savaş ârızîdir (geçici sebeplere bağlıdır). İslâm devleti, karşı tarafın tecavüzü, hak ihlâli vb. sebepler bulunmadıkça gayr-i müslim devletlerle devamlı sulh içinde yaşar ve ilişkiler kurar. İslâm'da savaş barış içindir ve savunmaya yöneliktir; ilk taarruz daima karşıdandır...
Buna karşı ikinci görüş şudur: İslâm yeryüzünde yalnız ilâhî hükümranlığa boyun eğmiş ve bunu temsil eden devletin meşrûiyet, varlık ve istiklâlini tanır; bu devlet ise İslâm devletidir. Diğer devletler gayr-i müslim oldukları müddetçe müslüman devlet onlarla savaş durumundadır. Barış, ya İslâm devletinin güçsüzlüğünden, ya gayr-i müslimlerin İslâm'ı kabûl etmelerinden yahut da İslâm devletinin egemenliği altına girmelerinden dolayı tercih edilir.
Daha ziyade muasır İslâm hukukçularına ait bulunan birinci görüş sahipleri mesned olarak Kur'ân-ı Kerim'in "sulh isteyen düşmanla sulh yapılmasını" (el-Enfal: 8/61), "taarruz ve tecavüzde bulunulmamasını" (el-Bakara: 2/190) emreden ve "tecavüze uğradıkları için müslümanlara savaşma izni verildiği"ni bildiren (el-Hacc: 22/39) nasları delîl olarak kullanmışlardır. Cumhuru teşkil eden ikinci görüşün sahipleri ise "fitnenin (küfrün) ortadan kalkmasına ve dînin yalnız Allah'ın dîni haline gelmesine kadar savaşmayı" (el-Bakara: 2/193), "ehl-i kitab ile, İslâm hâkimiyetini kabûl edip cizye vergisini ödeyinceye kadar savaşılması"nı buyuran (et-Tevbe: 9/29) âyetlere ve bunları teyid eden hadîslere dayanmakta, karşı tarafın delîllerini ise "onlar müslümanların zayıf oldukları zamanlara ait ve geçicidir" şeklinde yorumlamaktadırlar. Cumhurun görüşünü destekleyen bir husus da İslâm devletinin karakteridir. Bilindiği gibi İslâm devleti vatan, ırk vb. maddî değerler üzerine değil, manevî değerler ve özellikle din temeli üzerine kurulmuş bir devlettir. Din ise belli bir toprak parçasına veya topluma hapsedilemez; onun hedefi cihan hâkimiyetidir; nûru bütün insanlığı aydınlatacak, kula kulluk son bulacak, insanlar yalnızca Allah'a kulluk ederek eşref-i mahlûkât (yaratıkların en şereflisi, en üstünü) olduklarını ispat edecek, iki cihan mutluluğunun kapılarını açacaklardır. Savaşın gâyesi -hiç şüphe yok ki- bütün insanları zorla müslüman etmek değildir; savaş, isteyenlerin İslâm'a girmelerini, istemeyenlerin ise İslâm'ın hâkimiyeti altında dünya nimetlerinden istifade ederek adâlet ve hürriyet içinde yaşamalarını sağlayacaktır. İşte bu mânâda ve bütün insanlığa şâmil barış, refah ve mutluluk müslümanların kılıçlarının gölgesi altında gerçekleşecektir (bir çeşit pax islâmica). "Ey insanlar! Düşmanla karşılaşıp savaşmayı arzu etmeyin, Allah'tan âfiyet (rûh ve beden sağlığı, huzur...) isteyin. Düşmanla karşılaşınca da sabır ve sebat gösterin ve bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır."(Müslim, el-Cihad, 5.) diyen hadîs bu mânâlara ışık tutmaktadır. Yine bu hadîse göre İslâm'da savaş arzu edilen, sadiste zevk alınan bir vâsıta değil, başka çare bulunmadığı zaman başvurulan, yüce gâyelere yönelik bir vâsıtadır.
Bize göre bu iki görüşü/yorumu şöyle bir noktada buluşturup birleştirmek mümkündür: İslâm'da savaşın sebebi başkalarının zararına maddî menfaat, nüfuz ve hâkimiyet sağlamak değildir. Sebep haksızlıktır, hukukun çiğnenmesidir (din ve vicdan özgürlüğünün ortadan kaldırılması, insanların yurt ve yuvalarının ellerinden alınması, zayıfların sömürülmesidir) Bu husus birçok âyette vurgulanmıştır. Eğer bu sebep sulh yoluyla ortadan kaldırılabilseydi, amaca barış yolundan ulaşmak mümkün olsaydı savaş "israf, zulüm ve mânâsız" olur, dolayısıyla gayr-i meşrû hale gelirdi. Gerek Hz. Peygamber (s.a.v.) devrinde ve gerekse sonraki İslâm devletlerinde fetihler, barış yoluyla dünyada hakkın ve adâletin korunmasının mümkün olamaması vakıasına dayanmaktadır. Tarihi gerçek şudur ki, müslüman olmayan topluluklar, kendi kavimlerinden veya dinlerinden olmayanlara hak ve özgürlük tanımamışlar, güçlenip fırsat bulduklarında saldırmışlar, akla, hayale, vicdana sığmaz zulümler yapmışlardır. Bu böyle olduğu müddetçe hakka ve adâlete bağlı bir gücün (İslâm devletinin), savaş yoluyla da olsa önceden tedbir almasında, zulme fırsat tanımamasında zarûret vardır. Eğer bir gün insanlık, savaşmadan, güç kullanmadan hakkı teslim edecek, kime karşı olursa olsun zulmü engelleyecek bir olgunluğa ulaşır ve buna göre uluslararası bir örgüt oluşturursa, müslümanların buna katılmayıp savaşa devam etmeleri için bir sebep kalmayacaktır.


 


Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

  Şu anda sayfası gösterilen kitap.
Bu Kitapta:
Önceki Başlık
Sonraki Başlık
İçindekiler
Site Sayfaları
Ana Sayfa
Hakkında
Makaleleri
Kitapları
Soru Konuları
Soru Listesi
Hayrettin Karaman`ın Sohbetleri
Şiirleri
Bestelenmiş ve Seslendirilmiş Şiirleri
Bütün site içeriğinin genel kelime indeksi.
Sitede Arama
Hayrettin Karaman'ın Siteye Son Eklenen Yazıları
E-posta
Siteyi Link ve Kaynak Gösterimi
m.HayrettinKaraman.net Mobil-Metin Versiyonu Hakkında

Facebook Sayfası:

Bulunduğunuz Sayfayı:



Sayfa başına gider Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
   
Bu Kitapta: Önceki Başlık Sonraki Başlık İçindekiler