HayrettinKaraman.net Site Ana Sayfasına Geçiş Facebook Sayfasına Geçiş Twitter Sayfasına Geçiş instagram Sayfasına Geçiş YouTube Sayfasına Geçiş
Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
 


İslâm Ekonomi Düzeni İçinde İşçi-İşveren Meselesi
Bu yazı, Mevdûdî'nin Usûlü'l-İktisâd isimli eserinden tercüme edilmiştir (s. 98-120).
Teşhis ve tedâvi
İktisâdı ve iktisâdî doktrinler tarihini, geniş bir perspektif içinde inceleyenler, şu apaçık neticeleri göreceklerdir:
1. Batı'nın dünkü ile bugünkü içtimâî hayatı arasında ortak problemler ve açmazlar vardır. Feodal sistem, birçok özellikleriyle toplumumuzda varlığını devam ettirmektedir. Sayısız kusur ve noksanlarıyla bizde kapitalizm de doğmuştur. Ortada, gerileme devrimizden kalan hastalıklar yanında, ülkemize kapitalizmle birlikte giren dertler vardır. Ancak bizim toplumumuz ile batı toplumu arasında mevcut önemli fark: Batıda olduğu gibi müreffeh sınıfın tarafını tutan, Allah ve din namına onların haksız imtiyazlarını ve Allah'ın kulları üzerine zorla yüklenmiş hakları koruyan papalık, kilise nizâmı ve din adamları sınıfının (priest class) bizde mevcut olmamasıdır.
2. Bu tarihî incelemeyi yapanlar bizim akıllı ve bilgili geçinenlerimizin, toplumun problem ve çıkmazlarını çözmek için Allah'ın her günü ileri sürdükleri gülünç ve değersiz tekliflerinin kökünü ve kökenini de tesbit etme imkânını bulacaklardır. Birisi çıkıyor, sosyal plânlamaya olan şiddetli ihtiyaçtan bahsediyor, diğeri ülkenin ekonomik düzeni üzerinde inkılâp ve değişiklikler istiyor, üçüncüsü toprağın devletleştirilmesine ve fertlerin elinden alınmasına çağırıyor. Dördüncüsü ülkedeki ağır sanayîin (key industries) devletleştirilmesi tezini ilân ediyor, bazan bir reçeteciler meclisi toplanıyor, uzun boylu düşünüp taşındıktan sonra feodalite kalıntılarının kökünü kazıma şeklindeki kararını sunuyor. Bütün bunlar doğulu doktor taslaklarının, batılı meslektaşlarının ilhamlarından aşırdıkları reçetelerden ibarettir. Üstadlarının Rusya, Almanya, İtalya, Amerika ve İngiltere'de deneyip de başarısızlığa uğradıkları bütün tecrübe ve operasyonları, onlar da doğuda denemek istiyorlar. Ancak, bu noktada bizimle batılılar arasında büyük bir fark vardır. Çünkü batılı doktor taslakları, yetersiz bilgileriyle beraber, doktrin sahibi, düşünen kişilerdir. Halbuki bizde eczane açıp hastalıkların tedâvisinde mütehassıs olduklarını iddiâ edenler, bilgisizlik ve anlayışsızlık yanında, üstadlarını körükörüne taklidi kendilerinde birleştirmiş kimselerdir. Batılı üstadları, ilâçlarının hastayı sıhhate kavuşturmadığını görünce, hemen reçeteyi değiştirirken, doğudaki sadık talebeleri, yine batıdan değişikliğe müsaade eden yeni bir ilham almadıkça, hastanın son nefesine kadar tedâviyi değiştirmeye yanaşmazlar.
3. Batının içtimâî tarihini, batılı milletlerin düşünce ve davranışlarını inceleyen kimsenin tesbit edeceği bir başka vâkıa da, sürekli "mücadele ve çatışma"dır; bunlardan bir grup (sınıf) hayat meydanına hâkim olur; ahlâk, din, hukuk, örf-âdet, kültür ve medeniyeti belli bir yöne çeker, diğer sınıfların maruz kaldıkları acılara, baskılara ve haksızlıklara aldırmaz, bunları düzeltmeye gayret etmez. Sonra bu ezilen gruplar içinden bir grup, zalimlere baş kaldırarak ayaklanır, kötülerin yanında iyileri de silip süpürür, düşünce ve hareket sisteminin hedefini değiştirir... nihâyet haksızlık, baskı ve işkence yine doruk noktasına ulaşır, sonra durum şikâyet ve yakınma sınırını aşarak üçüncü bir grubun ülke düzenine karşı çıkmasına varır, direnme ve mücadele seli bâtıl ile beraber hakkı da alıp götürür, ülkede öncekileri de aratan sivrilikte bir düzen teşekkül eder, sonra aşırılıkta bundan geri kalmayan yeni bir sel, eskisini bastırır... İşte bu devamlı çekişme ve çatışma sebebiyle insan, batı tarihinin, akıllı bir kimsenin dosdoğru yolunda yürüdüğü gibi değil de, sarhoşun, eğriler çizerek yalpaladığı gibi seyretmekte olduğunu müşahade eder. İşte bu vâkıadır ki zavallı Hegel'i ve Marks'ı bu zikzaklı gidişin, insan medeniyetinin ilerlemesinde takib ettiği normal yol olduğu zan ve hayaline sevketmiştir. Fakat gerçek şudur ki, bütün bunlar bir tek şeyin neticeleridir: Batı, uzun bir süreden beri hayatını, kitapsız ve rehbersiz olarak sürdürmektedir. Saint Paul vasıtasıyla kendilerine ulaşan hıristiyanlık, daha önceden musevîlik ile alâkası kopmuş durumda idi. Muhtevâsı da Hz. İsâ'dan (a.s) nakledilen bir takım ahlâkî mev'izelerden, öğütlerden ibaret idi; medeniyete, idare ve ekonomiye temel teşkil edecek ilâhi hidâyet ve talimâttan mahrum bulunuyordu. Yüzde doksan sekizi insan sözü, yüzde ikisi Allah kelâmı olan mukaddes kitâbın Ahd-i kadim kısmı da böyleydi; sonradan hıristiyanlar bir inanç ile ona da yönelip rehber edinmek istediler ise de hayatları için muhtaç oldukları ışık ve hidâyeti orada da bulamadılar. Roma İmparatorluk döneminin yayılmasından bir müddet sonra ve Ortaçağ karanlığının ufukları kaplamağa başladığı sırada İslâm güneşi de doğudan yükselmeye başlamıştı. Fakat hıristiyanlığı, hayatlarını düzenleyen hükümlerden uzak bulunması şartıyla kabul eden Avrupalılar için İslâm'ın rehberliğine yönelmek mümkün değildi; çünkü İslâm, insan hayatının bütün yön ve yanlarını kaplayan, bunlara şekil ve istikamet veren "nizâmlayıcı hükümlerinden" soyularak, yalnızca "ibadet ve imanını" insanlara sunmayı asla kabul etmiyor, buna rızâ göstermiyordu. Bir bu sebeple, bir de kilise adamlarının aleyhte propagandaları ile, halk arasında meydana getirdikleri "İslâm'a karşı taassup" sebebiyle Avrupalılar İslâm hidâyetinden faydalanmadılar. Bütün bunlardan sonra Avrupalılar için hayatlarını bizzat kendi akıllarıyla düzenlemekten başka çare kalıyor muydu? İşte onlar da bunu yaptılar. Ancak tabiâtı icabı olarak insan, hiçbir halde yalnızca aklına dayanarak kanun vazetme ve hükümler verme kudretine mâlik değildir; çünkü aklın her anında yanından ayrılmayan arzu şeytanı vardır. Ayrıca hayatı düzenleyen kâide ve kanunların vaz'ına bütün insanların katılmaları da mümkün değildir, insanlar arasında bulunan akılca ve zekâca üstün kimseler bir düzen teklif eder ve bunu vazederler; şüphesiz bu kanun koyucuların bilgileri yanında şahsî bağlantıları ve zümrevî temayülleri de vardır; bu sebeple de koydukları nizama ancak aynı bağlantı ve temayülleri paylaşanlar râzı olurlar. İşte bu sebepler yüzünden Avrupa tarihinin her merhalesinde vazedilen hayat düzeni dengesiz olmuş, bunun tabiî neticesi olarak da ehâlisî arasında sert çatışmaların ardı arkası kesilmemiş, ihtilâfın sonu gelmemiştir.
Burada ortaya bir sual çıkıyor: Biz müslümanlar da batılılar gibi yolumuzu aydınlatan bir kitaptan ve rehberden mahrum muyuz? Biz de, mesele, problem ve dertlerimizi halletmek için, batıda komünist, nazi, faşist ve kapitalistlerin seçtikleri yolları seçmeye mecbur muyuz? Hayatımız için dengeli ve tutarlı bir nizam kurmamıza yardımcı olacak bir ışığa biz de mi sahip değiliz? İslâm'ı bilen herkes bu suallere -İslâm adına- müsbet cevap verecek, "dertlerimizin çaresi, problemlerimizin çözümü İslâm'dadır," diyecektir.
Gerçek problem:
İslâm esaslarına göre bu meselelerin çözümünü nasıl arayacağız noktasına gelince dünyanın ve bizim karşımızda duran problemi bir kere daha kavramamız gerekecektir. Bu da kısaca şöyle ifade edilebilir:
Mutlak hürriyet esasına dayanan ekonomiyi alsak ki buna göre herkes kayıtsız, şartsız ve itirazsız olarak dilediği üretim vâsıtası ve servet kaynağını ele geçirmek, müsabaka ve rekâbet dışında hiçbir sınıra tâbî olmadan dilediği ölçüde şahsî menfâati için çalışmak hakkına sahiptir... İşte bu ekonomik düzeni alırsak bizdeki feodalite düzeninin bakiyesi ile beraber kapitalizmin de bütün kötülükleri hayat sâhasında kendini gösterir.
Ferdî ve özel mülkiyeti ortadan kaldırır ve onun üzerinde, tam bir toplumcu düzen çerçevesinde tasarruf edersek, şüphesiz zikredilen kötülükleri büyük çapta önleyip telâfî edebiliriz; ancak gerçek şudur ki bu köklü değişiklik, sınırsız ölçüde cana ve mala kıymadan, ahlâk ve dine açıkça cephe almadan gerçekleşemez; nitekim Rus komünist ihtilâlinde bunun böyle olduğu görülmüştür. Ayrıca -olmaz ya- bu değişikliğin, bazı sosyalistlerin dediği gibi barışçı demokrasi yoluyla gerçekleştiğini kabul etsek dahi, sosyal mülkiyet sistemi şüphesiz olarak ferdlerin şahsî hürriyetlerini sona erdirecektir. Şu halde demokratik yollarla sosyalizmi kurmak, bizzat demokrasi ile demokrasinin hakkından gelmek demektir; çünkü demokrasinin var olması ve yürümesi toplum içinde, iş ve mesleklerinde hür ferdlerin teşkil ettiği bir ekseriyete bağlıdır. Halbuki sosyalizm, tam bunun aksine hür meslek ve işleri ortadan kaldırmaktadır; çünkü bu takdirde ekonominin her kesimi, toplumun idaresi altında yürütülmekte ve işçileri de devlet memuru haline gelmektedir ki bunların ne ölçüde iş ve fikir hürriyetine sahip olduklarını bilmeyenimiz yoktur. Ekonomik hayatta bu tatbikat ne kadar genişlerse; düşünce, söz, toplanma, konuşma, yazma, çalışma ve yaşama hürriyeti de o ölçüde daralmaktadır. Sosyalist idare, ülke ekonomisine tam olarak hâkim olunca, ülkenin bütün vatandaşları hükümetin memurları haline gelmektedir. Yine bu sistemin tabiî bir neticesi olarak bir kere ülkenin idaresini ele geçiren ve halkın başına geçeni, bir daha mevkiinde uzaklaştırmak ve vazifesinden azletmek mümkün olmamaktadır.
Ferdî ve özel mülkiyeti kaldırmak yerine, üzerine devlet otoritesini koysak, nazi ve faşistlerin yaptığı gibi bütün ekonomik faaliyetleri merkezî bir plân içinde yürütsek şüphesiz bu da kapitalizmin birçok kötü neticelerine çare olur; fakat ferdî hürriyet o kadar nazik bir şeydir ki, bu kadarlık bir sosyal plânlama ve müdahale dahi ona zarar verir, onu bizden uzaklaştırır.
Kapitalist sistemi olduğu gibi bırakarak Amerikalıların ve İngilizlerin kendi ülkelerinde yaptıkları gibi bazı düzeltmeler, reformlar yapsak bu yol demokrasiye dokunmaz ve ferdî hürriyet de kurtulur; ancak kapitalizmi dünyanın büyük belâsı ve lâneti haline getiren gerçek ve tehlikeli kötülüklerinden hiçbiri bu tedbirlerle ortadan kalkmaz.
İnsanlık iki belânın arasında kalmış gibidir; bir tarafında kuyu varsa diğer tarafında da uçurum vardır; yürümek ve ilerlemek istediği takdirde ikisinden birine düşmek durumundadır. Zavallı insanlık toplumun kurtulması yolunu tutsa ferdlerinin şahsî hürriyetlerini kaybediyor, ferdlerin şahsî hürriyetlerini kurtarmak için çalışsa, toplum hayatı tehlikeye giriyor; hâsılı bugüne kadar arzu edilen hayat düzenini bulamadı; öyle bir hayat düzeni ki: Bir yanda bütün fayda ve bereketiyle hedefine doğru yürüyüp ilerleyen sanayi inkılâbı, öte yanda ferdî hürriyet ve sosyal kurtuluş olsun; bu ikisi tam bir itidal ve denge içinde yanyana yürüsünler! İnsanlığın geleceği işte böyle bir düzeni bulup ortaya koymasına bağlıdır; talihsizliği yüzünden bunu keşfedemezse, sınaî inkılâp silâhıyla kendi kendini öldürecek; tâlihi yâr olur da onu bulabilirse -yeryüzünde yaşayan hangi millet böyle sağlam, tam ve başarılı bir örneği ortaya koyarsa -, insanlığın önderlik, liderlik ve öncülüğü onlara ait olacaktır.

İslâm'ın getirdiği çözüm:
Şimdi de İslâm'ın teklif ettiği iktisadî esaslara ve usûle göre bu çıkmazın nasıl aşılabileceğini görelim. Bunun için de öncelikle bazı temel gerçekleri gözönüne alalım:
İslâm'ın sosyal düzenini anlamak için bilinmesi gereken ilk esas, ona göre birinci derecede önem taşıyan varlığın, cemaat, toplum ve ümmet değil, "ferd" olduğudur; ferd toplum için değil, toplum ferd içindir. Herhangi bir cemaat ve millet, toplum olma vasfıyla Allah'a karşı sorumlu değildir, aksine toplumun her bir ferdi, bu sıfatı ile Allah'a karşı sorumludur; insanın kurtuluşu ve ahlâkî değeri, yalnızca bu ferdi sorumluluk üzerine bina edilmiştir. İçtimaî (sosyal) hayattan asıl maksad, toplumun kurtuluş ve refahı değil, ferdlerin kurtuluşu, refahı ve saadetidir. Bir toplum düzeninin uygun olup olmadığının gerçek ölçüsü, ferdlerinin şahsiyetlerini geliştirme, istidat ve kabiliyetlerini değerlendirme mevzûundaki başarı derecesi ile anlaşılır. Bu sebepledir ki İslâm, ferdlerin müstakil şahsiyetlerinin eriyip dağılacağı, büyük bir kısmının bir azınlığın elinde cansız âletler haline geleceği bir sosyal plânlama ve düzenlemeyi, böyle bir toplum düzeni ile ferdlerin sımsıkı bağlanmalarını istemez.
Gerçek şudur ki insanın ferdiyetinin olgunlaşması ve kişiliğinin tam olarak gelişmesi düşünce ve hareket hürriyetinden istifade etmedikçe mümkün olamaz. Bu maksada ulaşmak için insan yalnızca düşünce, yazı, söz, çalışma ve toplantı hürriyetine değil, hayatını ve geçimini istediği gibi sağlama hürriyetine de muhtaçtır. Bu, isbat gerektirmeyen, herkesin tabiî olarak anlayıp kabulleneceği bir gerçektir. Herkes bilir ki geçimini istediği yoldan sağlama hürriyetine sahip olmayan kimsenin ne söz ve yazı, ne de çalışma ve iş hürriyeti vardır. Yeryüzünün en iyi toplumu insanın, vicdanını pazarlık konusu yapmadan, belini doğrultacak, hayatını devam ettirecek geçimliğini, çalışarak kazanmak için yeterince fırsat bulabildiği toplumdur. Şüphesiz sınaî inkılap çağında insan için bu fırsatlar oldukça azalmış, büyük sınaî, ticarî ve ziraî birlikler, kuruluşlar ferdî meslek, ticaret ve zanâat sâhasını daraltmıştır; öyle ki, bunlar iş ve mesleklerini hürriyet içinde yürütüp başarıya ulaşma imkânını kaybetmişlerdir? Prensip olarak şahsî mülkiyeti kabul eden düzende gücü, âleti ve vasıtası olan ferdler, kendileri nâmına müstakil ziraî, ticarî ve sınâî kuruluşlar meydan getirebilirler. Hattâ aynı düzen içinde üretim vasıtalarına sahip olmayanlar (meselâ işçiler) işi veya işvereni beğenmez, araya kırgınlık girerse o işten ayrılır ve başka bir işe girerler. Ammâ üretim vasıtalarının tümüne veya büyük bir kısmına el koyan, bunları toplumun mülkiyetine sokan veya -nazizm ve faşizmde olduğu gibi- şahsî mülkiyete dokunmamakla beraber bütün iktisâdî faaliyetleri devletin tam güdümüne sokan sistemlerde, ferdler için ekonomik hürriyetin varlığından söz edilemez; ekonomik hürriyet olamaz. İnsanın ferdiyetini koruyan, kişiliğinin gelişmesi için çalışan ve bunu en önemli amaç sayan her sistem; arazî, ticaret ve sanayi devletleştirmeyi veya nazilerin yaptığı gibi bütün ekonomik faaliyetleri tam bir merkezi denetim ve yönetim altında yürütmeyi teklif eden her nevi toplumcu plânı, prensip olarak reddetmek mecburiyetindedir. İşte İslâm'ın bu mevzûudaki tercihi de bundan ibarettir. İslâm'ın komünizmle savaşının bir başka sebebi de komünistlerin, üretim vasıtalarını ferdlerin elinden çıkarmak için katil, işkence, soygun, baskı ve tehdit vasıtalarına başvurmalarıdır. İslâm'ın tabîatı, sosyalizmin teklif ettiği sistemi de kabûle müsait değildir; sosyalistler her ne kadar rejimlerini yürütmek için zulüm, işkence ve soygun metodlarını kullanmıyor, arazî, ticaret ve sanayii kanunlar çıkararak adım adım devletleştiriyorlarsa da, bu sistem de insanlığın yaratılışı bakımından öldürücüdür. Aynı şekilde faşizm ve nazizmin getirdiği kayıtlar ve plânlar da insan fıtratına aykırı düşmektedir her ne kadar bunların bazı içtimaî faydaları varsa da, her hâlükârda insan kişiliğinin ilerleme ve gelişmesini önlemektedirler.
Meselemizin başka bir yönü de şudur ki: İslâm'ın insanda oluşturmak istediği düşünce tarzı ve ahlâkî şuurun temeli takvâdır ve kıyamet gününde Allah'a karşı sorumlu olma şuurudur.
Ferd olsun, cemaat olsun bu iki vasfı (takvâ ve sorumluluğu) taşıyan hiçbir kimse yeryüzünde, milyonlarca insanın şahsî mesûliyet yükünü alıp bizzat yükleneceği bir nizâmı kurmaya ve yürütmeye rızâ göstermez. Medine'de fiyatlar yükselip, halk, kendisinden narh koymasını, fiyatları sınırlandırmasını istediği zaman Rasûlullah (sav): "Fiyatı koyan, darlık ve bolluk getiren, herkesin rızkını veren yalnız Allah'tır ve ben, içinizden hiçbir kimsenin mal ve can yönünden bir hakkını üzerime geçirmeden, böyle bir haksızlık dâvasına marûz kalmayacak şekilde Rabbime kavuşmak istiyorum" derken, buna işaret buyurmuşlardır.104
Ayrıca İslâm insanın, fıtrata (yaratılış özelliklerine) en yakın bir durumda kalmasını istemekte, hayatının hiçbir yönünde zorlama ve sunîliğe kaçmasını hoş görmemektedir. İnsanî iktisâdın fıtrata uygun hali, ferdlerin yeryüzünde Allah'ın yaratıp yaydığı rızık kaynaklarına ve yollarına sahip olmaları, ferd ve grup olarak onlar üzerinde tasarruf edebilmeleri ve faydalanmalarıdır. Malları, emekleri ve hizmetleri aralarında serbest olarak mübâdele etmeleridir. Başlangıcı bilinmeyen bir zamandan beri, insanî ekonominin mekanizması böyle işleyip gelmektedir. Ferdin maîşetinde hür ve hayatında bağımsız olarak toplum içinde kalabilmesi ve onun bir parçası olabilmesi yalnızca bu tabiî düzen içinde mümkündür. Fikirleri pişmemiş ve akılları olgunlaşmamış bir takım kişilerin her gün birini icad ettikleri sayısız ve yaygın doktrinlere gelince, bunlar tabiî olmayan bir düzen teklîf etmektedirler; bu düzende ferd bir ruh, bir irade, hayatta bir gaye sahibi olmaktan çok ve şahsiyetinde müstakil bir insan olmaktan ziyade sosyal makinanın bir parçası durumundadır.
İslâm sun'î, anormal yolları benimsemediği gibi devrim yollarını da benimsemez. İslâm'dan önce Arapların, hayatlarını kazanmak için kullandıkları pekçok yolu sonradan İslâm yasakladı; ancak sahiplerinin bu yar-i meşrû yolardan kazandıkları mal ve mülkleri ellerinden almadı; kezâ tefecilere, fuhuş yapanlara ve yağmacılara dokunmadı; yâni geçmişte yaptıklarından dolayı onları sorumlu tutmadı. Tam aksine İslâm medenî hukuku, bütün ferdlerin daha önceden mâlik oldukları mallar üzerindeki mülkiyet haklarını kabullendi ve geleceğe ait olmak üzere bütün haram kazanç yollarını kapadı, koyduğu miras hukuku da zaman içinde tedrîcen eski mülkleri dağıtma yolunu açtı.
Bazı açıklamalar:
Yukarıda geçen mütâlaamız ve "yeni kapitalist sistem" hakkında söylediklerimiz incelenirse serbest ekonominin insana en uygun ekonomi prensiplerini ihtivâ ettiği anlaşılacaktır; ancak bu sistemi, burjuva sınıfının, aşırılık ve bencillikleri sebebiyle karıştırdıkları unsurlardan temizlemek şarttır; esasen -açıkladığımız - kötü neticelerin sebebi de bu aşırı katkılardır; bunlar temizlenince insanî ekonomi, bütün kolaylık ve huzuru ile fıtri ve tabiî temelleri üzerinde yürüyecek, kapitalist sistemin kötülükleri doğuş fırsatı bulamayacak ve insanlar bunları tedâvi için tabîi olmayan bazı tedbir ve yollara başvurmak mecburiyetinde kalmayacaktır.
İşte İslâm'ın yolu budur; o, mutlak (tam serbest) ekonomiyi "hür ekonomi"ye çevirmekte, içtimaî ve medenî hayatın şubelerine ait hürriyete koyduğu gibi ekonomik hürriyete de bazı sınırlar ve kayıtlar koymaktadır. Aynı şekilde, hür ekonomi içinde, zâlim kapitalizmin özellik, eser ve neticelerini doğurabilecek bütün yolları da tıkamaktadır. Şimdi İslâm'ın böyle bir ekonomik düzeni nasıl kurduğunu görelim.

Toprak Mülkiyeti:
İslâm insanın, diğer yaşama vasıtaları ve ihtiyaç maddeleri yanında, toprağa da mâlik olmasını kabul etmiş, insanın diğer şeylere sahip olabildiği meşrû ve kanunî bütün yollar ve vâsıtalarla toprak mülkiyetine de sahip olabilmesini caiz görmüş ve bu mülkiyet hakkını, mâlikin hayatı boyunca devamlı kılmıştır. İslâm'ın özellikle toprak mülkiyeti üzerine koyduğu (yalnızca toprak mülkiyetine ait) hiçbir kayıt ve sınır yoktur. İnsan kanunî ve meşrû yollardan, küçük veya büyük bir toprak parçasına sahip olunca bu onun meşrû mülkiyetidir; bizzat ekmesi gibi bir kısıtlama mevzû-bahis değildir. Nasıl bir insanın evi, eşyası ve bineği olması ve bunları istediği zaman başkasına kiraya vermesi caiz ise, aynı şekilde toprağının olması ve istediği zaman onu başkasına kiraya vermesi caizdir. Eğer toprağı, kira bedeli almadan bir başkasına vermeyi isterse bu onun sadakası olur; yok eğer kira veya ortakçılık şekliyle muâmele (iş) yapmak isterse -tıpkı ticaretteki sermaye-emek ortaklığı gibi - bu da caizdir.105 Bugün bizdeki feodal sistemin kötülükleri doğrudan doğruya toprak mülkiyetinde doğmuş değildir; bu sebeple tedâvisi de, iktisadın bilgili ve akıllı geçinen ulemâsının "ziraî reformlar" ismiyle teklif ettikleri "mülkiyete tabiî olmayan sınırlar koymak" veya "ferdlerin toprak mülkiyetlerini ortadan kaldırmak" değildir. İslâmî sisteme göre bunun tedâvisi şöyle olacaktır:
1. Toprak alış-verişinden her türlü kayıt kaldırılacak, diğer eşya ve ihtiyaç maddeleri gibi toprak da serbest bir şekilde alınıp satılacaktır.
2. Ziraatle meşgul olan ve olmayan kesimler arasındaki fark bütün şekil ve yönleriyle ortadan kaldırılacaktır.
3. Toprak sahiplerinin köy hayatında istifade ettikleri imitiyaz ve tazminatlar kanunla iptal edilecektir.
4. Toprak sahipleri ile toprağı ekenler asasındaki haklar ve borçlar kanunla belirlenecek, bunun dışında toprak sahiplerinin ekiciler üzerinde hiçbir hakkı olmayacaktır.
5. Miras konusunda İslâm öncesi devirlerden kalma bütün uygulama ve âdetlere son verilecek, toprak sahiplerinin mülkleri, hayatta kalan yakınları arasında şer'î usûle göre taksim edilecek, İslâm miras hukuku arâzî sahasında da büyük bir dikkat ve titizlik ile tatbik edilecektir.
6. Arazinin, ekme veya üzerine bina yapmayı terketmek sûretiyle imar edilmemesi ve boş bırakılmasını önleyecek tedbir ve kayıtlar getirilecektir. Buna göre hükümetin, hiçbir karşılık almadan bir kişiye verdiği arâzî, üç yıl boş bırakması ve imar etmemesi halinde bu kimseden geri alınacaktır. Parası ile aldığı halde, sahibinin boş bıraktığı arâziye gelince, belli bir zaman geçtikten sonra vergi konması uygun olacaktır.
7. Arâzinin sahipleri ve ekicilerinden, "zekât" mâhiyetinde olmak üzere mahsul ve gelirin bir bölümü alınacaktır.
8. İlmî ve modern teknikle büyük çapta ziraat yapılmak istendiği takdirde, yardımlaşma birlikleri (bir nevi kooperatif) kurulması, küçük toprak sahiplerinin, toprakları üzerindeki mülkiyetleri bozulmadan, bu kuruluş sayesinde, küçük toprak parçalarını rızâlarıyla büyük arazilere çevirmeleri, sonra da aralarında yardımlaşarak işi yürütmeleri uygun olacaktır.
Bütün bu tedbirler ve ıslâhattan sonra, toprak mülkiyetinin makul sayılabilecek bir mahzuru ve kötü tarafı kalır mı? Elbette kalmayacaktır.

Diğer üretim vâsıtaları ve iş hayatı:
İslâm, tüketim araçları ile üretim vâsıtalarını -birinde özel mülkiyet meşrû, diğerinde gayr-i meşrû olacak şekilde- birbirinden ayırmaz. Tam aksine bir kimsenin, bir ihtiyaç maddesini üretmesi veya imal etmesini sonra da bir başkasına satmasını tereddütsüz caiz görür. Üretici işi bizzat yapıp yürütebileceği gibi başkasını da çalıştırabilir; o, üretim için kullandığı hammadde, âlet, makine ve fabrika gibi bütün vasıtaların meşrû sahibidir. Bu, sinâî inkılâptan önce olduğu gibi bugün de -onun için- meşrû olur. Halbuki hiçbir kayıt ve sınır tanımayan sanâyi ve ticaret, inkılaptan önce sıhhatli ve meşrû olmadığı gibi şimdi de değildir. Bunun hâlâ, maddeler halinde sıralayacağımız -İslâmî prensiplere müstenid - birtakım kayıtlarla sınırlanması gereği ve ihtiyacı mevcuttur:
1. Ticaret ve sanâyide, insan gücü yerine makine kullanan teknik istihdamına izin verilmeden önce bunun, toplum ferdlerinden ne kadarını işsiz bırakacağı ve geçimlerine tesir edeceği inceden inceye araştırılmalı, sonra bunların geçim vâsıtalarının teminine çalışılmalıdır.
2. Şüphe yok ki işverenle işçi arasındaki hak, görev ve şartların tayini, iki tarafın karşılıklı karar ve rızâlarıyla gerçekleşir. Ancak hükümetlerin bu mevzûuda, bazı adâlet ve anlaşma prensipleri koymaları gereklidir:
Asgarî ücret ve maaş, işçinin mesâî saati, işçinin hastalığında tedâvi ve sakatlanması halinde tazminat hakkının asgarî sınırı, çalışamaz hale gelen işçinin geçimliği ve benzerlerini bunlar arasında sayabiliriz.
3. İşçilerle işverenler arasında meydana gelebilecek anlaşmazlık ve gerginlikleri gidermek, bunun için anlaşma, mahkemeye ve hakeme başvurma kâidelerini vazetme; böylece grev ve lokavtların önünü almak hükümetlerin görevi olmalıdır.
4. İhtikâr (stokçuluk), spekülasyon, kumar, şans oyunları ve hileli ticaret kesin olarak yasaklanmalı, piyasada fiyatların sun'î olarak artmasına sebep olan bütün yollar kanunla tıkanmalıdır.
5. Sınâî mamûller ve zirâî mahsullerin imha edilmesi suç sayılmalıdır.
6. Sanâyi ve ticaretin her şubesi, mümkün ölçüde rekâbet ve yarışmaya açık olmalı, ferd olsun grup olsun hiçbir kimse, başkalarının faydalanamadığı hak ve imtiyazları tekeline geçirememelidir.
7. Umûmi ahlâka ve sağlığa zararlı olan sanâyi ve ticaret kollarının kurulmasına izin verilmemeli, herhangi bir sebeple zarûret hâsıl olursa çok dar sınırlar içine alınmalıdır.
8. Her ne kadar hükümetler, nazilerin yaptığı gibi sanâyi ve ticareti, hâkimiyet ve güdümleri altına almayacaklarsa da kılavuzluk ve koordinasyon vazifesini yerine getireceklerdir; böylece ülkenin sanâyi ve ticareti yanlış istikametlere yönelmeyecek, iktisadî hayatın çeşitli şubeleri arasında arzu edilen bütünleşme ve birbirini tamamlama durumu gerçekleşmiş olacaktır.
9. Ülkede, devamlı olarak lüks içinde yaşayan grubların doğmaması için toprak sahiplerinin emlâkinde olduğu gibi sanâyici ve tüccarın malı da -sahibi vefat edince- İslâm miras hukukuna göre taksim edilecektir.
10. Ziraatçilerden alındığı gibi sanâyici, tüccar ve çeşitli meslek sahiplerinin, belli ölçüde zengin olanlarından da, İslâm'ın tayin ettiği yerlere sarfedilmek üzere "zekât" adıyla bir miktar mal alınacaktır.

Mâlî konular:
İslâm, mal ve servet mevzûunda ferdlerin, ihtiyaçlarından artan gelirlerini biriktirmelerini veya başkasına ödünç vermelerini, yahut ticaret, sanâyi ve diğer iş kollarına bizzat veya kârda ve zararda ortak olmak üzere şirketleşerek yatırmalarını caiz görmektedir. Şüphe yok ki, İslâm'a göre daha iyi olanı, insanların, ihtiyaçlarından artan gelirlerini hayırlara ve âmme menfâatlerine sarfetmeleridir; ancak, yukarıdaki sayılan yollarla tasarruf etmeyi de İslâm, aşağıdaki şartlar dahilinde câiz ve helâl kılmaktadır:
1. Kişiler mal biriktirdikleri takdirde her yıl bunun %2,5 nisbetindeki miktarını zekât olarak verecek, vefat edince de servetleri İslâm miras hukukuna göre taksim edilecektir.
2. Eğer mallarını başkasına ödünç vermiş iseler -borçlu malı, ister tüketim ihtiyaçları için kullanmış, ister ticaret ve sanâyide değerlendirmiş olsun- ancak verdiklerini geri alabileceklerdir; hiçbir durumda ödünç üzerine faiz alma hakkına sahip olmayacaklardır. Aynı şekilde, eğer alacağı teminata bağlamak maksadıyla borçludan rehin almışlarsa ondan faydalanmaları ve onu kullanmaları helâl değildir. Alacaktan menfâat sağlama, her halde faizdir ve hiçbir şekilde meşrû değildir. Kezâ insanın malını, müşteri bedeli peşin öderse daha ucuz, veresi alırsa daha pahalı satması da helâl değildir.106
3. Eğer, mallarını bizzat ticaret, sanâyi ve ziraatte değerlendirip arttırma yoluna gideceklerse, bu mevzularda İslâm'ın koyduğu kaide ve hükümlere tâbi olacaklardır.
4. Eğer sanayî ve ticarette şirketleşme yolunu tercih ederlerse ortaklık hem kârda hem de zararda olacaktır. Bu kazanç veya zarar, ortaklar arasında, üzerinde anlaştıkları nisbetler dahilinde paylaşılacaktır. Ticaret ve sanâyi ister kâr etsin ister zarar etsin, mal (Para vb.) sahibine belli bir kârı veya menfâati garanti eden bir şirket şekli -şer'an caiz olmadığı için- kanunla yasaklanacaktır.
Zekât:
İslâm devlete, bütün ferdleri için iş hazırlamak, iş bulmak vazifesini vermemiştir; çünkü bu, bütün üretim vasıtaları üzerinde toplu hakimiyeti veya en azından Nazizmin ön gördüğü şekilde bir hâkimiyet bulunmadıkça mümkün olmaz; öyle bir hâkimiyetin zararlı ve isâbetsiz yönlerinden daha önce bahsetmiştim. Bununla beraber İslâm, ferdleri kendi başlarına bırakarak, herkesin kendi durumu, arzusu ve vâsıtasıyla toplum hayatında dilediğini yapmasını, sonra da toplum içinde hiçbir kimsenin, acizler, fakirler ve düşmüşlerin durumlarını gözetmek, ihtiyaçlarını karşılamaktan sorumlu olmamasını caiz ve mübah görmemiştir. İslâm bir yandan ferd olarak her insana, elinden geldiği kadar, akrabasına ve diğerlerine yardım etmesi borcunu yüklerken diğer taraftan ticaret, sanâyi, ziraat ve diğer meslek erbâbından, çalıştırdıkları kimselerin haklarını tam olarak ödemelerini istemekte, bütün bunların üstünde devletten de şunları talep etmektedir:
a) Sınırları içinde bulunan hiçbir kimseyi, hayâtî ihtiyaçlarından mahrum bırakmamak.
b) İşsiz kalanların, devamlı veya geçici bir sebeple iş yapamaz, çalışamaz hale gelenlerin ve bir felâkete maruz kalanların geçimini sağlamak.
c) Babaları ve diğer yakınları ölmüş çocukların bakımını üzerine almak.
d) İlâç ve tedâvi masraflarına gücü yetmeyen hastaların tedâvilerini yaptırmak.
e) Her açı doyurmak, her çıplağı giydirmek ve borcunu ödemekten aciz olanların borçlarını yüklenmek.
İşte bu, devletin idare ve murâkabesi altında kurulması ve işlemesi gereken en geniş sosyal sigorta müessesesidir. Bu sigortanın muhtaç olduğu finansman kaynaklarına gelince, İslâm bunları da şu yollardan sağlamaktadır:
1. Kendisinde nisâbı aşan miktarda mal biriken herkese bu malın yüzde iki buçuğunu zekât olarak vermeyi farz kılmıştır.
2. Arâzisi olan herkese, kaldırdığı mahsulü yağmur suluyorsa yüzde on, kuyu vb. den külfet ve masrafla sulanıyorsa yüzde beş nisbetinde zekât yüklenmiştir.
3. Her tâcir ve sanâyiciye, her sene nihayetinde, ticaret mallarının yüzde iki buçuğunu zekât olarak vermeyi farz kılmıştır.
4. Serbest merada otlayan hayvanları olan kimselere, bunlar nisâbı dolduracak kadar ise belli bir miktarını devlete vermelerini farz kılmıştır.
5. Madenlerden ve definelerden beşte bir devlet hissesini farz kılmıştır.
6. Savaşta alınan ganîmetlerin beşte birinin, aynı maksatlara tahsisini farz kılmıştır.
Bütün bu kaynaklardan toplanan malın sarfı, Kur'ân-ı Kerîm'in zekât ve humus (beşte birlik devlet hakkı) için açıkladığı usûl ve yerler çerçevesinde olacaktır ki, bunların en büyüğü, yukarıda zikredilen sosyal sigortadır.

Devletin sınırlı müdahalesi:
İslâm, prensip olarak özel ticaret, sanâyi ve ziraat sektörlerinin yaptıklarını, onların yerine bizzat devletin yapmasını benimsemiyor. İslâm'a göre devletin vazifesi, ülkede dirlik ve düzeni sağlamak, eğitim ve öğretim yoluyla halka doğru ve hayırlı yolu göstermek, adâleti tesis etmek, bozukluk ve gayr-i meşrûluklara son vermek, âmme hizmetlerini yerine getirmektir. Siyasî güç yanında arâzî mülkiyetini, sanâyi ve ticareti devletin tekeline almasından doğan kötülükler ve problemler, az olan faydasına nisbetle o kadar büyüktür ki, İslâm buna tahammül edemez. Devletin yürütmesine İslâm'ın cevaz verebileceği sanâyi kolları ve büyük işler ancak, toplum hayatı için zarûrî olduğu halde ferdlerin (özel sektörün) yapamayacağı veya ferdlerin elinde bulunması, gerçekten âmme menfâatine aykırı ve zararlı olan işlerdir. Eğer devlet, diğer ticarî ve sınâî işlere el atarsa kurup yürüttükten ve başarı sağladıktan sonra bunları ilk fırsatta ferdlere devretmelidir.
İşte bu kâideler, sınırlamalar ve ıslâhat teklifleri -yukarıda zikri geçen- yedi tabiî prensip107 ile birleştirilince toplum, feodalite ve kapitalizmin bütün kötülüklerinden kurtulacak, dengeli bir ekonomik düzen kurulacak ve bu düzen içinde, ferdî hürriyet ile sosyal huzur ve denge -sınâî inkılâbın gelişmesi yolunda hiçbir engel meydana getirmeden, adâlet ve düzen içinde- yanyana yürüyebilecektir.



104. Bu sözlerden Rasûlullah'ın (sav) pahalılığı olduğu gibi bıraktığı ve çare bulmak için gayret etmediği mânâsı çıkarılamaz. Bu hadîste Peygamber'in (sav) istemediği husûs, devletin tabiî olmayan müdahalesiyle eşya fiyatlarının düzen ve dengesini bozmasıdır. Bunun içindir ki O (sav) ticaret ve zanâatle meşgul olanları ahlâken ıslâh etmek için olanca gayretini sarfetmiş, devamlı öğüt vererek onların gönüllerine "gerektiren bir sebep olmaksızın fiyatları arttırmanın büyük günah olduğu" fikir ve duygusunu yerleştirmiştir. Nitekim bu öğütler onlara istenilen tesiri yapmış ve kısa bir müddet sonra fiyatlar kendiliğinden düşmeye başlamıştır.
105. Arâziyi kiraya vermek ve ektirmenin meşrû olan ve olmayan şekillerini İslâm'da Toprak Mülkiyeti Problemi isimli kitabımızda açıkladık.
106. Bu son hüküm müellifin tercih ettiği görüş olup, vâde farkını caiz gören İslâm bilginleri çoğunluktadır. Burada "helâl değildir" yerine, "satıcının sermayesi ve piyasa şartları imkân veriyorsa, İslâm'a göre daha iyi olanı vâde farkı almamaktır" hükmü bizce daha uygundur.
107. Müellifin yedi tabiî (fıtrî) prensipten maksadı şunlardır: 1. Husûsî mülkiyet hakkı, 2. Çalışma ve iş hürriyeti, 3. Çalışmaya teşvik faktörünün şahsî menfâat olması, 4. Ferdler arasında rekabet ve yarışma imkânı (fırsat eşitliği), 5. İşçi ile işverenin farklı haklara sahip olmaları, 6. Kalkınma ve gelişmeyi tabiî ve normal yollardan gerçekleştirmek, 7. Devletin müdahale etmemesi. Müellif bunları "yeni kapitalizmin de prensipleri" olarak sıraladıktan sonra tenkide tâbi tutmuş ve ancak, İslâm'ın koyduğu kayıtlar ve sınırlar içinde ele alındığı zaman maksada uygun hale geleceklerini isbata çalışmıştır. (Usûlü'l-iktisâd, s. 34-53).



Buradaki iki mavi çizgi arası içerik site editörünce konulmuştur ve rastgele çıkmaktadır. İçeriğini onayladığımız anlamına gelmez, dikkatli davranın.

  Şu anda sayfası gösterilen kitap.
Bu Kitapta:
Önceki Başlık
Sonraki Başlık
İçindekiler
Site Sayfaları
Ana Sayfa
Hakkında
Makaleleri
Kitapları
Soru Konuları
Soru Listesi
Hayrettin Karaman`ın Sohbetleri
Şiirleri
Bestelenmiş ve Seslendirilmiş Şiirleri
Bütün site içeriğinin genel kelime indeksi.
Sitede Arama
Hayrettin Karaman'ın Siteye Son Eklenen Yazıları
E-posta
Siteyi Link ve Kaynak Gösterimi
m.HayrettinKaraman.net Mobil-Metin Versiyonu Hakkında

Facebook Sayfası:

Bulunduğunuz Sayfayı:



Sayfa başına gider Siteden rastgele bir sayfa seçer. Hafızadaki önceki sayfaya döner Hafızadaki sonraki sayfaya döner
   
Bu Kitapta: Önceki Başlık Sonraki Başlık İçindekiler